4 Şubat 2007 Pazar

| Ladik’ten Kyoto’ya bir tren yolculuğu…

Yaklaşık iki ay süren Avrupa seyahatinden dönen Sultan Abdulaziz, gördüğü yenilikleri memlekete getirmek konusunda çeşitli girişimlere başlamıştı. Tren de bunlardan biridir. 1871 yılında Şark Demiryolları’nın ilk adımını oluşturan İstanbul-Edirne hattının açılışı yapıldıktan kısa bir süre sonra, 1873 yılında da Haydarpaşa-İzmit hattı faaliyete geçer. 1892’de de Ankara’ya ulaşan tren, daha sonra adım adım Doğu’ya doğru ilerler ve Anadolu’yu dolaşır. Hatta daha da ilerilere, Güney’den Hicaz’a doğru yol alır.


İstanbul-Edirne hattı inşa edilirken, demiryolu bir caminin üstünden geçmek zorunda kaldığında durum Sultan Abdulaziz’e bildirilir. Padişah bu “medeni vasıta”yı memleket için o kadar önemli görmektedir ki, caminin yıkılmasını emreder ve “Demiryolu sırtımdan bile geçecek olsa engel tanımayacaksınız!” der. Böyle bir anekdot da var, doğru mudur bilemem.

Yani gördüğünüz gibi memlekette trenin tarihi pek de eskilere gitmiyor. Oysa bu “medeni vasıta” Anadolu’yla öylesine bütünleşmiştir ki, “kara tren” insanımızın hafızasında bambaşka anlamlar kazanmıştır. Sanıyorum, her toplumun hafızasında farklı farklı anlamları vardır trenin. Bizim algı menzilimize giren trenler de birbirinden farklı değil midir? Kovboy filmlerinde gördüğümüz, haydutların peşinde koşturduğu trenle Dr. Jivago’daki tren aynı “vasıta” mıdır? Agatha Christie’nin Şark Ekspresi’nden Schindler’in Listesi’ndeki trene, “sanayi devrimi”nin simgesi “buharlı makineler”den Japon harikası hızlı trenlere kadar demir raylar üzerinde yürüyen bu vasıtaların hepsinin adının tren olmasına bakmayın siz.

Meşhur Şark Ekspresi’nin tanıtım afişi... Londa, Paris, İstanbul...


Buharlı lokomotiflerin çektiği trene “kara” tren diyoruz. Sanki o dönemlerde beyaz ya da başka renk trenler de varmış gibi adına ısrarla “kara tren” denmesinin yine toplumsal hafızada bir karşılığı olmalı. “Kara tren”in “kara”sı ile “kahpe felek”in “kahpe”si arasında bir akrabalık ilişkisi varmış gibi geliyor bana. Bu sıfatlar gerçek anlamda küfür değil, sevgiliye “sitem” gibi bir şeydir.

Kara tren gelmez m’ola, düdüğünü çalmaz m’ola…



Cumhuriyet’in ilk yıllarında gelişmenin sembolü olan “demir ağlar” bugün artık geri kalmışlığımızı hatırlatsa da, bu düşüncenin, Türk sinemasında, Türk şiirinde, Türk romanındaki tren imgesiyle ilintisi pek yoktur. Dostum Ahmet Erhan’ın “Ankara-İstanbul Karatreni” adlı eserinde artık “tarih” olmuş kara tren arayışına tanık oluruz: “Ankara garından İstanbul’a günde beş tren kalkıyor: Mavi Tren iki kez, Anadolu-Boğaziçi iki kez, Fatih Ekspresi bir kez… Karatren yok, diyorlar. Arkadaşlarımı götüren trenin adı tarifelerde geçmiyor.”

Kara trenin bu ölçüde sinematografik bir öge olmasının nedeni içinde çok sayıda sinematik öyküler barındırmasından olmalı. O hikayeler bildiğimiz seyahat hikayeleri değildir, birer hayat hikayesidir. Kara trenle tatil için Bodrum’a ya da bir iş görüşmesi için Ankara’ya gidilmez mesela.

Raylar… Kesişen ve ayrılan raylar…




Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, neredeyse on beş yıl boyunca her yaz kara tren yolculuklarım oldu, Samsun-Sivas hattında. Henüz atlı faytonların şehir içi ulaşımında kullanıldığı yıllar… Faytona tahta bavulları yerleştirir, biz de ailece koltuklara yerleşir, tıkgıdı tıkgıdı gara doğru yola koyulurduk. Hiç unutmuyorum, Sivas’a giden tren sabah 8.00′de hüzünlü bir feryadı andıran düdüğünü öttürerek “çuf çuf” diye hareket ederdi. Çocuk dilinde otomobilin adı “düt”, trenin adı da “çuf çuf”tu. Şimdiki dizel trenlerin düdüğü kaba bir boru sesi gibidir, kalkarken lokomotiften “çuf çuf” sesleri de gelmez.

Üç mevki kompartıman vardı. Üçüncü mevki kompartımanların koltukları parklardaki banklar gibi tahtadandı. İkinci mevkidekiler deri kaplıydı. Birinci mevkiin ne gibi üstün özellikleri vardı, hatırlamıyorum. Biz hep ikinci mevkide yolculuk ederdik.

Samsun’dan Sivas’a kadar köy, kasaba ve vilayet olarak kırka yakın istasyon vardır. O dönemden aklımda kalanlar Kavak, Ladik, Havza, Suluova, Amasya, Turhal, Zile, Artova, Çamlıbel ve Yıldızeli… Her istasyonda dura dura kaç saatte menzile varılırdı, şimdi tam hatırlayamıyorum, ama uzun sürerdi. Bu nedenle, yiyecek içecek türünden her türlü önlem alınır, kuru köfte, zeytinyağlı dolma, domates, salatalık, peynir, üzüm gibi yiyeceklerin bulunduğu “beslenme sepeti” yanında termosta çay mutlaka bulundurulurdu. Henüz uyduruk taze kaşarlar icat edilmemişti, yağı dışına taşan kaşar dilimleri kumanya paketinin vazgeçilmezleri arasında yer alıyordu. Gerçi her istasyonda, yörenin geleneklerine uygun olarak veya mevsimine göre, gazeteden kesekağıdı içinde erik, kızılcık, elma, armut, üzüm, incir gibi mevyveler, pide, börek, köfte-ekmek, simit gibi yiyecekler satılır, pencerelerden sarkılarak paralar uzatılır, bunlar alınırdı. Ama annem, özellikle pide ve börek gibi yiyeceklerin sağlıksız olabileceği endişesiyle bunları almamıza izin vermez, ancak uzun zırlama seansları sonucu zorla bir iki şey aldırmayı başarırdık.

Kara tren gecikir, belki hiç gelmez…



Tren yolculuklarının en önemli özelliği “Yolculuk nereye hemşerim?” diye başlayan yol arkadaşlıklarıdır. Tabii benim anlattığım zamanlarda cep telefonu hayal bile değildi, hatta evlerde telefon bulunması bir imtiyazdı. O nedenle dostluklar trende başlar, trende de biterdi.

“Hayat bir yolculuktur.” lafına karşılık bu tren yolculukları için “Yolculuk hayattır.” dense yeridir. Uzun, upuzun birliktelikler, sohbetler, dostluklar, komşuluklar, istasyondan istasyona ayrılıklar, ara istasyonlarda katılanlar ve hikayeler, hikayeler, hikayeler… Hüzünlü, sevinçli…

Anlatılacak çok şey var kara trenlerle ilgili, ama bu yazının sınırlarını aşıyor.

Dizel lokomotifli trenlerle de çok yolculuk yaptım sonraları… Yakın zamana kadar Konya yolculuklarımızda sık sık tren kullanırdık. Ancak, restoran vagonunun birden kaldırılmasıyla uçak ya da otomobile geçtik. Farkında olmadan bir gün restoransız trene binince aç kalmış, keyifsiz bir yolculuğun ardından tren macerasına elveda etmiştik.

Hızlı trenin kafası… Biraz ürkütücü mü ne?


Şimdi, İstanbul-Ankara ve Ankara-Konya arasında hızlı tren çalışmaları yapılıyor. Tabii, çağımızın ihtiyacı olan hız talebi konusunda demiryollarının da cevap vermesi gerekir, ama sonuçta hız, tren yolculuklarının tadını değiştirecektir. Yine de şunu söylemeliyim ki, bulutların üzerine çıkmadan hızlı yolculuk yapmak çok daha iyi… Eldeki mevcut altyapı ve teknolojiyle hızlı tren denemesi yapmak Türkiye’ye maalesef pahalıya mal oldu, ama Avrupa’da ve Japonya’da hızlı trenlerin mesafeleri nasıl kısalttığını, kalkış-iniş telaşına girmeden şehirden şehire hızla ulaşmanın nasıl ciddi avantajlar sağladığını görünce Türkiye’nin bu konuda çok çok geç kaldığını düşünmeden edemiyorsunuz.

İlk hızlı tren tecrübemi Japonya’da, Tokyo-Kyoto arasında yaşamıştım. Tokyo Merkez İstasyonu’ndan Kyoto Garı’na kadar 700 km.’lik yol toplam iki saatte tamamlanıyor. Yani mesela İstanbul’dan Konya’ya sabah yola çıkıp akşama geri dönebiliyorsunuz. Bulutların üstüne çıkmadan, herhangi bir merasime tabi olmadan.

Metro tabii ki Japonların hayatının en önemli parçası… Akşam işten çıkan bir Japon ayaküstü yerlerde bir iki tek attıktan sonra metroya atlar, evine doğru yola koyulur. Metroda vakit geçirmek için cep telefonu oyunları, çizgi romanlar çok yaygın. Kitab ve gazete okuyanlar da var tabii. Derslerini çalışan öğrenciler de.


Arkadaşımla birlikte, Narita Uluslararası Havaalanı’nın yakınındaki Hilton Narita’dan Tokyo Merkez İstasyonu’na metroyla ulaşmamız yarım saatten biraz fazla sürdü. İstasyonda hızlı tren gişelerinden biletimizi alıp trene atladık. Metro ya da banliyö trenine biner gibi bir adım attığımızda trenin içindeydik. Havaalanlarındaki gibi girişte güvenlik kontrolü, check-in, ikinci güvenlik kontrolü, falanca kapıdan yer hosteslerinin sizi kabul etmesi, alan otobüsleriyle uçağa gidiş, kargo verme ve alma merasimleri gibi uygulamalar yok. Gerçekten bir adımda trenin içindesiniz.

Atın adımınızı, hızlı trenin içindesiniz.



Biletin üzerinde yazan bilgilerle vagonumuzu, koltuklarımızı kolayca bulduk. Tabii ki trenin içi uçaklardan çok daha konforlu. Koltuklar çok geniş ve önleri bacaklarınızı rahatça uzatabileceğiniz kadar açık.

Bu tren Tokyo’dan Osaka’ya gidiyor ve sadece birkaç istasyonda duruyor; Yokohama, Nagoya, Kyoto…

Koltuklarımıza oturuyoruz. Koltuk cebindeki broşürü karıştırdığımda öğreniyorum ki, trende sigara kullanılabilen bir vagon da bulunuyor. Arkadaşım sigara kullanmıyor, ama önceden bilmiş olsaydım biletleri o vagondan alırdık. (Gördüğünüz gibi sigara çok kötü bir alışkanlık, insanın her durumda huzurunu kaçırıyor.) Bunu arkadaşıma açınca, hemen bir girişimde bulundu ve kondüktörden o vagona geçip geçemeyeceğimizi sordu. Adamcağız soruyu anladı, ama yarım yamalak İnglizcesi ve el kol hareketleriyle biraz beklememizi söyledi. On dakika sonra yerlerimizi ayarlamış olarak geri döndü. Japonlar, Avrupalılar’a göre sempatik ve yardımsever insanlar… Bir yol sorsan, neredeyse sizi adrese götürecek kadar bir performans sergiliyorlar.

Japonlar uyuma eylemlerinin bir bölümünü tren koltuklarında yapıyorlar. Bunlar Kyoto’da çalışıp Yokohama’da oturuyor olabilirler. İşte ulaşım hızının avantajları… Bu kızın McDonald’s markalı kola bardağında çeşitli dillerde “İşte bunu seviyorum.” sloganı yar alıyordu. Ta oralarda Türkçesini görünce hoşuma gitmişti.



Yola koyulduk. Karada saatte 350 km. hızın ne anlama geldiğini merak ediyorum. Hız, ancak çok yakına baktığınızda anlaşılıyor, ama öyle ürpertici değil. Bir süre sol yanımızda deniz ve ilginç evleriyle Japon köyleri, sol yanımızda yine köyler ve kıraç dağlarla yolumuza devam ediyoruz. Fuji Dağı da görülüyor bir ara. Deniz, bir süre sonra gözden kayboluyor.

“Ne arzu edersiniz efendim?” Kola, gazoz, yeşil çay, bisküvi, tost, çikolata… Japonlar soğuk veya sıcak çok fazla çay içiyorlar. Pet şişelerde cebinde taşıyıp arada lıkır lıkır içenine çok rastladım. Sigara ve içecek otomatlarında sıcak yeşil çay da var. Biraz bekliyorsunuz, otomat alüminyum kutudaki yeşil çayı ısıtıp veriyor. Ağzımı yakmıştım.



Trende herhangi bir ücretsiz ikram yok. Ancak şirin Japon kızları hizmette kusur etmiyorlar. İstediğiniz kadar çay, kahve, soğuk içecekler, çeşitli yiyecekler satın alabilirsiniz.

“Ambitious Japan”… Biz Tokyo’ya dönüyoruz, kraşı taraftaki tren sanırım Osaka’ya gidiyor.



Japonlar, elbette bu eserlerinden gurur duyuyorlar, trenin birçok reklam alanında “Ambitious Japan” başlıklı afişler yer alıyor.

İki saatlik kısa bir yolculuktan sonra Kyoto Garı’na varıyoruz. Gar deyince bizimkilerle hiç karıştırmayın. Aslında bu garlar içinden tren geçen görkemli alışveriş merkezleri. Gar çıkışındaki turizm enformasyon merkezi sizi Kyoto’yla ilgili her türlü konuda bilgilendiriyor, istediğiniz harita ve broşürleri ücretsiz olarak alabiliyorsunuz buradan.

Madem buraya kadar geldik, Kyoto’yla ilgili birkaç laf ettikten sonra yazımızı bitirelim.

Kyoto tren istasyonu. İstasyon dediysek!


Kyoto, hani şu Amerika’nın bir türlü imzalamaya yanaşmadığı küresel ısınma ve çevre felaketleriyle ilgili protokolün imzalandığı şehir. Tarihi eserleri ve şehrin ruhu itibariyle bizim Konya’yı andırdı bana. Budist tapınakları, geyşa evleri, Japon bahçeleriyle Tokyo’da bulamayacağınız tarihi burada teneffüs etmeniz mümkün. Büyük şehir, ama Tokyo gibi yorucu değil. Daha bir taşra sükuneti hakim kente. İnsanları da öyle.

Tapınağın bahçesinde ‘dragon’un ağzından akan su… Herkesin içtiği kepçelerle içiyorsun. Tamam, pek sağlıklı değil, ama şifalı!


Bir taksiye atlayıp birkaç tapınak geziyoruz, bir Budist ayinine katılıyoruz, Japon bahçelerinde dolaşıyoruz, bir İtalyan restoranında yemeğimizi yiyoruz, fotoğraf makinemizin diski dolduğu için bir köşebaşı fotoğraf malzemecisinden disk satın alıyoruz, hatta bazı ara sokaklara dalıyor, süpermarketleri dolaşıyoruz. Yani akşama kadar doya doya kentin tadını çıkarıyoruz. Evet, taksi pahalı, ama mesafeler birbirine çok uzak değil.

Budist rahipler ayin için tapınağa yürüyorler, saygıda kusur etmemek lazım.



Bir ayine katılıyoruz. Rahiplerdeki hal ve hareketler, kutsal metinleri okuma tarzları bizim din adamlarından emin olun farklı değil. Ayine katılan kadınların huşu içinde dinlemeleri de öyle. (Kadınlar daha mı dindar oluyorlar, ne?) Zaten tapınağın etrafındaki dükkanlar da bizim Eyüp Sultan esnafını hatırlatıyor. Satılan dini objeler de öyle… Tesbihler, kutsal kitaplar, buhurlar, mendiller, kolyeler, yüzükler falan…


Kyoto esnafından yaşlı bir teyze… Karşı vitrinde gördüğünüz gibi terlik satıyor. Ben de bir iki hediyelik alıyorum. Japon paralarını karıştırdığım, daha önemlisi teyzenin kaç yen istediğini tam olarak anlayamadığım için bir avuç bozukluğu ona uzatılyorum, kendisi gerektiği kadarını alsın diye. Gerçi onun da aklının erdiği pek söylenez ama! İki beceriksiz bir sonuca varıyoruz, ama Allah kabul etsin! “Hakkın kaldıysa helal et teyze!” diyorum, ama o “Allahaısmarladık.” dedidiğimi düşünmüştür.


Koca bir şehri sabahtan akşama kadar gezip dolaşıp yine hızlı trenimize dönüyoruz. Ve iki saat sonra Tokyo’dayız. Japonya’nın bir ucundan iki saat içinde Tokyo’ya…

Evet, Ladik’ten Kyoto’ya bir tren yolculuğu yapmış olduk. Hızlı bir tren yolculuğu…