27 Ağustos 2006 Pazar

| “Bu, Allah’ın sesi mi yoksa?”

“Hâşâ!” denir, böyle bir laf edince, biliyorum. Ama bir Rus, ne bilir ki?

Rusya’da Türk-Rus şairlerini bir araya getiren bir etkinlik düzenlenecektir ve Türk şairlerinin şiirlerini yorumlamak üzere Türkiye’den bir sanatçı aranmaktadır. Birkaç sanatçının yorumları CD’yle Rusya’ya gönderilir ve seçici heyet dinlemeye başlar. Sıra Sacit Onan’a gelir. Okuduğu şiir hangisidir bilmiyorum, ama Onan’ın sesi salonda yankılanmaya başladığında heyetten biri ayağa kalkar ve heyecanla sorar: “Bu, Allah’ın sesi mi yoksa?”


Yirmi yıla yaklaşıyor kendisiyle tanışalı... O bana, ben ona “Baba!” diye hitap ederiz, ama “baba”lık ona yakışır. Ortaklık dahil birlikte çok iş yaptık, çok keyifli günler geçirdik. Günün ilk ışıklarıyla birlikte montaj masasından kalkıp kan çanağı gözlerle İstanbul’un o derin sessizliğinde kahvaltı yapacak yer aradığımız çok olmuştur.

Çok kavgalar da ettik. Ama şunu her zaman söylerim; o, koca gövdesinin içinde bir çocuk yaşatır daima...

Birbiriyle bağlantılı birçok iş yaptı, ama en çok meşhur İpekyolu belgeselinden ve birçok reklam filminden tanıyorsunuz sesini... TRT kökenlidir, yeni moda seslerden değildir. Uzun yılların tüm yaşanmışlıklarını ta yüreğinden üfler ses tellerine... Yağ gibi sessiz ve sakin değil, deli bir ırmak gibi gürül gürül akan bir sestir onunki. Bu toprağın en iyi seslerinden biridir bence.

Ne yazık ki karşılaşamadık; geçen gün ben yokken ajansa gelmiş ve bir DVD bırakmış bana. Kapağında Orhan Veli, Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Necip Fazıl’ın fotoğraflarının olduğu “Gülünce Taş Duvar” adını taşıyan bir çalışma... Daha önce ben de bir yazımda anlatmıştım burayı, meşhur tarihi Sinop hapishanesinde şair Ahmed Arif’in “Akşam Erken İner Mahpushâneye” isimli şiirine bir klip çekmiş, hem de şiiri okumuş, Gündoğar’ın müziği eşliğinde. Gürül gürül...
Akşam erken iner mahpushâneye
Ejderha olsa kâr etmez.
Ne kavgada ustalığın,
Ne de çatal yürek civan oluşun,
Kâr etmez, inceden içine dolan,
Alıp götüren hasrete.

Akşam erken iner mahpushâneye.
İner, yedi kol demiri,
Yedi kapıya.
Birden, ağlamaklı olur bahçe
Karşıda duvar dibinde.
Üç dal gece sefâsı,
Üç kök hercai menekşe...

Aynı korkunç sevdâdadır
Gökte bulut, dalda kaysı.
Başlar koymaya hapislik.
Karanlık can sıkıntısı...
Kürdün Gelini’ni söyler maltada biri
Bense voltadayım ranza dibinde
Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
Gülünç, acemi, çocuksu...

Vurulsam kaybolsam derim,
Çırılçıplak, bir kavgada.
Erkekçe olsun isterim,
Dostluk da, düşmanlık da.
Hiçbiri olmaz, halbuki,
Geçer süngüler namluya.
Başlar gece devriyesi jandarmaların...

Hırsla çakarım kibriti...
İlk nefeste yarılanır cıgaram,
Bir duman alırım, dolu.
Biliyorum, “Sen de mi?” diyeceksin,
Ama akşam erken iniyor mahpushâneye.
Ve dışarda delikanlı bir bahar,
Seviyorum seni,
Çıldırasıya...
Zaten bu şiirin kendi iç sesini damarlarında hisseden bir kuşağın çocuklarıyız biz, hırsla çakarız kibriti! Bu ses, bir de Sacit Onan’ın sesiyle bir araya gelince...

Bir tanıştırma fırsatı doğdu, değerlendirdim. Ağzına ve yüreğine sağlık baba!