Dünyanın en önemli düşünce kuruluşlarından Peru Özgürlük ve Demokrasi Enstitüsü (ILD) başkanı olan, Time dergisi tarafından çağımızın en önemli yirmi düşünür ve bilim adamı arasında gösterilen ve yaşayan en büyük ekonomistlerden biri sayılan Hernando de Soto, yaklaşık on yıl önce yayımlanan Sermayenin Sırrı (The Mystery of Capital) adlı kitabıyla sermaye konusundaki görüşlerin tekrar gözden geçirilmesini sağladı.
Kitabın tanıtım yazısına başvurursak; zenginliğin ve refahın altında yatan en büyük faktör sermaye birikimidir. Bu Marx’tan Hayek’e neredeyse bütün iktisatçıların kabul ettiği bir gerçektir. Dünyanın en zengin ve iktisadî bakımdan en güçlü ülkeleri sermaye birikiminin en fazla olduğu yerlerdir. Ve, ne mutlu insanlığa ki, sermaye dünyanın her yerinde potansiyel olarak vardır.
Ancak, Batılı kapitalist ülkeler sermayelerini iktisadî süreçlere tam olarak entegre etmeyi başarırken, dünyanın geri kalan yerleri bunu becerememekte ve bu yüzden fakir kalmaktadır. Ünlü fikir adamı ve sivil toplum aktivisti Hernando de Soto, birçok ülkede ‘best-seller’ olan Sermayenin Sırrı adlı eserinde bu olguyu ele alıp tahlil ediyor. Zenginliğe giden yolun nereden geçtiğini ve nasıl geliştiğini anlatıyor ve her ülkenin zenginliği yakalama imkanının bulunduğunu, hiçbir ülkenin fakirliğe mahkum olmadığını gösteriyor.
İddialarını üçüncü dünya ülkelerinde yaptığı araştırmalara dayandıran De Soto’ya göre yoksul ülkeler de fazlasıyla bir kaynak birikimine sahipler, ancak bunu zenginlik yaratan sermayeye dönüştüremedikleri için yoksullukları devam ediyor ve atıl duran bu birikimler heba oluyor.
Peki, sadece bir servet olarak üretilip olduğu yerde duran, sermayeye dönüştürülemeyen bilgi için de aynı görüşleri ileri süremez miyiz?
Her ne kadar imkansızlıklardan, YÖK sultasından falan söz ediliyor olsa bile, üniversitelerimizde, en azından bilim namusu taşıyan insanların inançlı çabalarıyla “bilgi üretimi” noktasında önemli birikim sağlandığını düşünüyorum. Hiç olmazsa kendi mesleğimle ilgili alanlarda bunu gözlemliyorum.
Ancak, bu servetin bir sermayeye dönüşemediğini de üzülerek izliyoruz. Maalesef ya dışarıdan devşirme bilgilerle ya da üç beş kavramla vaziyeti idare etmeye çalışan sektörümüzün akademik camiaya ilgisi zayıf olduğu gibi, akademisyenlerimizin de ürettikleri değerlerin hayatta bir karşılık bulması ve uygulama konularında kaygısız olduklarını söylemek zorundayız.
Gayri maddi değerler yaratmak konusunda çok ciddi bir zaaf içindeyiz. Bu nedenle aynı nitelikte bir tekstil ürününü İtalya’ya göre altıda bir fiyatına ihraç ediyoruz. Çünkü sadece işlenmiş hammadde ve “alın teri” satabiliyoruz, sıra “beyin teri” satmaya gelemedi henüz.
Daha önceki bir yazımda “Demirle çimentoyla, buğdayla fındıkla, bezle deriyle, tonla rekolteyle, metreyle litreyle, dolarla lirayla buraya kadar, orta gelir tuzağını aşmak için daha fazlası lazım.” demiş ve şu soruyu sormuştum: “Bu konuda gereken bilinç aktarımı ve ekonominin gayri maddi değerlerini algılama ve algılatma yeteneğinin stratejik önemi haizken, bu alana ilgi eksikliğinin bizi daha uzun bir süre orta gelir tuzağına çakılı tutacağını görmemek mümkün mü?”
De Soto’ya göre, her ülke gelişebilir, her toplum zengin olabilir. Bunun için ilk yapılması gereken, gayrimenkul mülkiyetini hukuki tanıma ve koruma altına almak ve iktisadi süreçlere dahil etmektir. Zira, sermayenin olmadığı ülke yoktur. Her ülke sermaye üstünde oturur. Ama kimi ülkeler bu sermayeyi kullanır ve zenginliğe ulaşırken, kimi ülkeler varlık içinde yokluk çeker.
Diyelim ki De Soto’yu dinledik ve üstünde oturduğumuz serveti kullanılabilir sermayeye dönüştürme imkanı bulduk. Böyle bir gelişmenin başka alanlarda da önümüzü açacağını kabul etmek gerekir, ancak yeterli olamayacağı da ortadadır.
Türk ekonomisinin bu denli üretim odaklı, fabrikaperest, fuarsever, hacimlere ve büyüklüklere bu kadar takıntılı olması her durumda önümüzü tıkamaya yetecektir. “Soft power” yerine “hard power”, zeka yerine kurnazlık, ikna yerine iddia, iletişim yerine propaganda, birey yerine kitle, insan gibi çalışmak yerine ölümüne çalışmak, pazarlama yerine satış, adil ve serbest rekabet yerine münhasırlık anlaşmaları, eşdüzeyli ilişki yerine tahakküm, özgünlük yerine taklit, soyut yerine somuta bu kadar meraklıyken bu darboğazı nasıl aşacağımız üzerinde kafa yormak durumundayız.
Mesela markalaşma, soyut düşünceye ihtiyaç gösterir. Başta Türkiye’nin dünyada markalaşması olmak üzere, temelde iç pazarda, hiç olmazsa komşu pazarlarda markalar yaratmak konusunda bu kadar zayıf kalmamızın nedeni soyut düşünme eksikliğidir. Soyut düşünmeyi besleyen/besleyecek unsur ise yokluğunun farkında bile olamadığımız başka bir sermaye türüdür.
Soyut düşünce ve kavramsallaştırma... Jean Piâget’ye göre insanın bu melekeye sahip olmaya başlaması ancak ergenliğe adım atmasıyla mümkün olabilmektedir: “Ergen, çocukla karşılaştırıldığında, sistemler ve ‘kuramlar’ kuran bir bireydir. Çocuk sistemler kurmaz. Sistemlerin dile getirilemez ya da getirilmemiş olması ve sadece gözlemcinin bunları dışardan saptayabilmesi anlamında, çocuk bilinçsiz ya da bilince yakın sistemlere sahiptir; ama onları asla ‘düşünemez.’ Buna karşılık ergen, ilgisini güncel olmayan, her gün yaşanan gerçeklerle ilgisi bulunmayan sorunlara yöneltir; dokunaklı bir saflıkla dünyanın gelecekteki -ve çoğu zaman düşsel- durumlarıyla ilgilenir. Özellikle şaşırtıcı olan nokta ergenin soyut kuramlar kurma kolaylığıdır. Kimi ergenler bunları yazarlar; bir felsefe, bir estetik, bir politika yaratırlar. Kimileri yazmazlar, ama konuşurlar.” (Somut Düşünceden Soyut Düşünceye, Jeân Piaget, Çev. Dr. Bekir Onur)
Demek istediğim şu: Belki de atıl duran ve sermayeye dönüşmeyen servetlerimiz gibi, yine atıl duran ve sermayeye dönüşemeyen bir düşünsel zenginliğe sahibiz.
Bu serveti sermayeye dönüştürmeden trilyonlarca dolarlık finansal sermaye temerküzü sağlasak bile aşamayacağımız büyük engeller olacaktır. Çünkü bu engelleri aşmanın ilk ihtiyacı para değil, akıl ve fikirdir.
THE BRAND AGE DERGİSİNİN TEMMUZ 2015 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.