“Sadece kendileri için yazdıklarını söyleyen kötü yazarlar ordusuna dahil değilim. Yazarların kendileri için yazdıkları tek şey, ne alacaklarını hatırlamalarına yardım eden, işi bitince de atılan alışveriş listesidir. Çamaşırhane listesi de dahil, geri kalan her şey bir başkasına yazılmış mesajlardır. Onlara monolog değil, diyalog denir.”
Geniş kitlelerle nasıl iletişim kurabildiğini anlatan Umberto Eco’ya ait bu söz. Daha önce, yine bu sayfalarda yayımlanan “çifte kodlama” (double coding) konulu iki yazımda da kullanmıştım. Şimdi yine yeri geldi.
Aslında seçim atmosferini yoğun bir biçimde yaşadığımız ve siyasi partilerimiz tarafından mesaj bombardımanına tutulduğumuz şu günlerde yeri gelen şey, çifte kodlamadır. Peki, neydi bu çifte kodlama? Eski yazılara ve yine Umberto Eco’ya dönelim. Eco bunu “Genç Bir Romancının İtirafları” adlı kitabında bunu şöyle açıklar: “Bu terim, postmodern mimarinin aynı anda en az iki düzeye hitap ettiğine inanan mimar Charles Jencks tarafından bulunmuştur; Jencks, bu iki düzeyden birinde, diğer mimarlar ve özellikle mimari anlamlarla ilgilenen bir azınlık; ikincisinde de geniş anlamda halk ya da rahat, geleneksel yapı ve yaşam biçimi gibi konularla ilgilenen yerel halk bulunduğunu söyler. Tanımını daha da ileri götürür: Postmodern yapı ya da sanat eseri, aynı anda hem bir azınlığa, yani ‘üstün’ kodlar kullanan şeçkin tabakaya, hem de popüler kodlar kullanan geniş halk kitlesine hitap eder.”
O yazılarımın ilkinde “Çifte kodlama, aslında yalnızca mimari ve edebiyat değil, tüm sanat eserlerini, hatta tüm iletişim faaliyetlerini kapsayabilecek bir niteliktir. Mesela Hollywood şablonlarıyla yapılmış bir film, bir yandan bize bambaşka şeyler anlatabilir.” demiştim. İkinci yazıda ise, çifte kodlamanın, aslında sadece postmodernizme ait bir yöntem olmadığını, toplumun farklı katmanlarına aynı anda mesajını iletme başarısı gösterebilen her türlü eser, ürün, düşünce, ideoloji veya dinin, sonuç itibariyle iletişimde “çiftle kodlama”yı başarıyla kullanabilmiş olduğunu, bu başarının, tarih öncesi çağların ürünü olabileceği gibi, eski, pre-modern, modern ve postmodern çağların ürünü de olabileceğini savunmuştum.
Neredeyse istisnasız tüm dinler, günümüz de dahil olmak üzere insanlık tarihi boyunca her toplum katmanında kendilerine bağlı müminler bulabilmiş, ilettikleri mesajlar her katmanda yankılanabilmiştir. Yine Eco’nun “Çifte kodlama, metinlerarası ironinin, üstü kapalı olarak başvurulan üst-anlatıyla birlikte eşzamanlı kullanılmasıdır.” ifadesindeki olguyu, tüm kadim metinlerin dilinin aynı zamanda bir üst-anlatıya dönüşebildiğini anlatabilmek için de kullanabiliriz demiştim. Nitekim, “Musa’nın âsâsı” da “Süleyman’ın kuşları” da ve başka birçok metafor da, hem kendi çağında hem çağları aşarak milyarlarca farklı muhatabına farklı mesajlar iletiyor olmalıdır.
Tamam da, şimdi bütün bunların ve çifte kodlamanın seçimle ve siyasal partilerle ne ilgisi var diyeceksiniz? Siyasal partiler, çok geniş seçmen kitlelerinden oy talep etmek durumundadırlar. Bu da, bir siyasal parti için, bu kitlelerle onların dilinden iletişim kurabilme ihtiyacı olarak kendini gösterir. İşte bugünkü siyasi tablo, hangi partinin hangi sosyolojik zeminle iyi ileşitim kurabildiğini ve bunların ölçeğini yansıtmaktadır.
Türkiye’de yıllar içindeki demografik hareketliliğe bakacak olursak, kır-kent nüfus oranlarının ancak 1980’lerden sonra kent lehine değiştiğini, 90’larda hareketin hızlandığını, 2000’de kent nüfusunun toplam nüfusun üçte ikisini oluşturduğunu, bugün ise bu oranın dörtte üçe çıktığını görürüz. Elbette bu, herkesi afallatacak kadar büyük ve çok hızlı bir sosyolojik dönüşümdür.
Bu durumda bugün, kent demografisinin büyük çoğunluğunu kır kökenli bir nüfus oluşturmaktadır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ak Parti sandıktan seçimin galiba olarak çıktığında 4 Kasım tarihli gazetelerin çoğunun manşetini “Anadolu ihtilali” ya da buna benzer başlıklar süslemişti. Yani, aslında bu parti, kimilerinin iddia ettiği gibi Türkiye’de yeni bir sosyolojinin öncülüğünü yapmamış, kendisi bu sosyolojinin dalgaları üzerinde yükselmişti.
Ali Bayramoğlu, “Üç öykü” başlıklı yeni bir yazısında bu öyküyü şöyle anlatır: “Bu, bir bakıma yeni bir orta sınıfın, yeni bir toplumsal merkezin inşaasının, değer sistemleri açısından bir dönüşüm ve etkileşimin öyküsüdür. Türkiye’de son 10-15 yılda toplumsal dokunun çeşitli katmanlarının kendi içinde geçirdiği büyük sosyolojik dönüşüm yaşandı. Farklı değer sistemlerinin görece değişimi, teması ve zaman zaman iç içe girmesi, sivil olana yönelik talep, din-siyaset-ekonomi arasındaki doğal mesafelerin oluşması, laikliğin hem uygulamada hem algıda demokratikleşmeye başlaması önemli ve kalıcı sosyolojik girdilerdir. Bu öykü aslında bir isyanın da öyküsüdür, ‘toplumsal olan’ın ‘siyasal’ karşısındaki isyanı. Dönüşüm süreci toplumsal talepler, eğilimler, dinamiklerin siyaseti ve siyasi dengeleri kuşatmasıyla mümkün olmuş ve yol almıştır. Geçtiğimiz dönemi değerlendirirken sıradan bir iktidar değişimi ifadesini çok dikkatli kullanmak gerekir. Zira temelde yatan değerler ve tutumlara ilişkin köklü bir toplumsal değişim halidir.”
2007 yılında Marketing Türkiye’nin “siyasal iletişim” konulu sorularını cevaplarken şunları söylemiştim: “AKP’nin elitist bir parti olmaması geniş kitlelerle ilişkisini kurgulama konusunda bugün için kendisine avantaj sağlamıştır. Fakat, elitist olmakla elit olma arasında çok ciddi fark vardır. Elitizm, uzlaşma karşıtıdır ve bence her şeyden önce gayri ahlaki bir tutumdur. Ancak ülke elitleriyle ulusal egemenliğin uzlaşımı önemlidir ve AKP bu konudaki zaafını gidermelidir. Böyle bir zaaf ortadayken bir de lumpen oyları kazanmaya yönelik bir iletişim programı krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.”
Nereden nereye geldik? Fakat, tam yerindeyiz. Bugün, yeni Türkiye sosyolojisinin üzerine oturan, klasik tip telli şeffaf akkor ampülden (incandescent light) imal edilmiş bir ambleme sahip iktidar partisi, yaşadığı her siyasi krizde, kendi tabanını tahkim edecek bir söyleme sıkı sıkıya sarılmak dışında bir şey yapamıyorsa bunu çok görmeyebiliriz belki, çünkü her siyasi parti kitlesel oy zeminini korumak ister. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, etikten estetiğe, sanattan mimariye, bilimden şehirciliğe, bir toplumu toplum yapan tüm değerler sistemiyle ilgili bir politika ve dil üretemiyorsa, toplumsal yozlaşmaya ve Alev Alatlı’nın tanımıyla her yeri saran paçozluğa karşı bir söylem ve eylem stratejisi geliştiremiyorsa, yani toplumun önünden yürümek ve liderlik etmek yerine kendini mevcut toplumsal dalganın üstüne bırakıyor, hatta bu dalgayı daha da köpürtüyorsa, kendini tekli kodlamaya mahkum etmiş demektir. Bu, aynı zamanda toplumun hiçbir farklı katmanıyla, özellikle de gri alanlarıyla hiçbir zaman iletişim kurabilme başarısı gösteremeyeceği anlamına gelir. Elbette kitlenin tamamını memnun etmekten söz etmiyorum, birilerini kazanmak için illa başka birilerini kaybetmeye, hatta düşman etmeye mahkum değilsiniz demek istiyorum.
Siyaset ve çifte kodlama odağında iktidar partisini konuştuysak da, bu, diğer partilerimizin de malül olduğu bir durumdur.
Sonuçta eğer iktidar hedefliyorsanız, siyasetin keskin bir segmentasyonu kaldırmayacağını bilmemiz gerekir. Bugün bir segmentin büyüklüğü pragmatik anlamda işinizi görüyor olabilir, fakat yarın yeni bir dalgada zemin kaybetmek sürpriz olmaz.
THE BRAND AGE DERGİSİNİN MART 2014 TARİHLİ SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR.