13 Eylül 2008 Cumartesi

| BİE ve bilgeliğin hamuru...

Keşke düzenli bir şekilde ayıracak zamanım olsaydı da eğitim programlarına ben de katılabilseydim. Kimler yok ki, dinlemeye can atmayacağım? Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Prof. Dr. Çağlar Keyder, Dücane Cündioğlu, Dr. Şahin Alpay, Prof. Dr. Haluk Gürgen, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. Tevfik Dalgıç, Prof. Dr. Yılmaz Esmer, Prof. Dr. James Grunig ve daha birçok değerli isim “İletişimde Mükemmellik” eğitim programının eğitmen kadrosunda yer almışlar. [FOTOĞRAFLAR: CHEMA MADOZ]


“İdeolojiler, insan idrakine giydirilmiş deli gömlekleridir.” diyordu ya Cemil Meriç, gerçekten de ideolojilerin, çoğunlukla bağlılarını bir kalıba soktuğu ve bireysel özgür düşünce üretimini kısıtladığı doğrudur. Yukarıdaki isimler arasında sağdan veya soldan, belli bir ideolojinin müntesibiymiş gibi görünenler var da, görünüşe aldanmayın ve bu insanların ülkemizin düşünce iklimine nasıl üstün değerler armağan ettiklerini bilin diye böyle bir kayıt düşmek zorunda kalıyorum. Eğitmen kadrosunu oluşturanları, bu önyargısız ve kasıntısız tercihlerinden dolayı da ayrıca kutlamak gerekiyor.

Ali Saydam, takdire şayan ve kendisine yakışan bir iş yaptı ve kâr amacı gütmeyen bir iletişim enstitüsü kurdu. Adı BİE, yani Bersay İletişim Enstitüsü... Yukarıda sözünü ettiğim “İletişimde Mükemmellik” ise, eğitim programlarından biri... Şimdi durun, yazının direksiyonunun başka bir tarafa kırmadan bu programın konularından bazılarını da aktarayım: Kaotikleşen Dünyada Belirsizlik ve Strateji, Dünya Görüşü ve Toplumbilim, Dünya Görüşü ve İletişim Sosyolojisi, Dünya Görüşü ve Dil, Dünya Görüşü ve Siyaset, Dünya Görüşü ve İletişim, Strateji ve Stratejik Derinlik Kavramları, İletişim ve Yaratıcılık, İletişim Yönetiminde Mükemmellik... Yani gördüğünüz gibi, eğer zaman ayırma imkanınız olup da bu programa katılmazsanız çok hayıflanırsınız. Benden söylemesi... Ayrıca, “İletişimde Profesyonellik”, “Halit Refiğ ile ‘Sinemayı Okuma’ Seminerleri Dizisi” ve “Prof. Gülper Refiğ ile ‘Müziği Okuma’ Seminerleri Dizisi” gibi programlar da var. İlerleyen zamanlarda, programlar daha da zenginleşecek gibi görünüyor.

Ali Saydam, “Bir BİE hikayesi...” başlıklı sunuş yazısında şöyle bir soru soruyor ve bu soruyla bağlantılı olarak BİE’nin kuruluş amacını anlatıyor: “Dünyanın en basit sorusu gibi gözükse de, benim için tam anlamıyla tatmin edici çözümü bulunamamış ‘yaman bir çelişki’ olarak durmaktaydı: Nasıl oluyordu da aynı öğrenim süreçlerinden geçmiş insanlar çok farklı kariyerler yapabiliyorlardı? Aynı eğitimden geçen hukukçular, hekimler, mühendislerden bazıları nasıl oluyordu da alıp başlarını gidiyor, çok başarılı noktalara gelebiliyorlarken diğerleri genelde suçu kendilerini ‘çevreleyen’ koşullara atıp ‘makus bir talihin kurbanı’ olarak toplumsal hayatın adeta ‘tortuları’ haline dönüşüyorlardı?”

Saydam, önceleleri bu sorunun cevabını “vicdan” olarak vermiş; başarıyı, meslek sahibinin aynı zamanda vicdanlı olmasına bağlamış. Sonra Cemil Meriç’in “münevver olmak” tanımından yola çıkarak, “iyi” ve “kötü” arasındaki farkı “İnsanın mukaddesi olup olmaması belirler.” diye düşünmeye başlamış. Daha sonra, Brecht’in “Yedi Ölümcül Günah” (Die sieben Todsünden) adlı oyunundan “Tembellik her türlü ‘yükün’ (melanetin, kötülüğün) başlangıcıdır.” aforizmasını çıkarmış. Böylece “vicdanlı, mukaddesi olan, çalışkan ve umutlu insanların meslekte ‘iyi’ olabilmek için çok ciddi avantajlara sahip olduğuna” karar vermiş. Ama yine de içi rahat değilmiş. Ta ki, James Grunig’in ünlü kitabı, “Halkla İlişkilerde ve İletişim Yönetiminde Mükemmellik” Türkiye’de de yayımlanana kadar... Grunig’e göre, her şeyi belirleyen “dünya görüşü” imiş.

Şöyle devam ediyor Saydam: “İki şey anlaşılıyordu bundan. Hem sağlam bir dünya görüşünüz olacaktı (ne olmasından çok; sağlam, derinlikli ve kendi içinde tutarlı olması önemli), hem de çevrenizdekilerin dünya görüşünü belki benimseyecek değil ama “anlayacak ve takdir edecek” entelektüel derinliğe sahip olacaktınız. Zor iş... Ama imkânsız değil... Artık bu noktada Bersay İletişim Enstitüsü (BİE) kurulabilirdi.”

Madem bu kadar alıntı yaptık, hadi Saydam’ın şu güzel ifadelerini de “oku”yalım: “Dünya görüşü demek ‘okumak’ demekti. İnsanları ‘okumak’, toplumu ‘okumak’, rakipleri ‘okumak’, kendini ve hayatı ‘okumak’ gibi… BİE’de işe sinema ve müzikle başlamaya karar verdik. Sinemayı Okumak ve Müziği Okumak programları böyle devreye girdi. ‘Okumak’ üçlü bir konsept altında gerçekleşmeliydi: Eğitim, Eğlence ve Estetik (3E)... Bedii (estetik) olmayanın yaşam kültürüne bir katkı getirmesi mümkün değildi... Eğlenerek öğrenmek ise insanlara mahsus ve onlara layık bir tutumdu.”

Evet, şimdi yazının direksiyonunu kırıyoruz!


Daha önce de bir yerlerde yazmıştım; bu ifade ve tutumlardan, Ali Saydam’ın, hazırlop şablonlara hop diye atlamayan, düşünen, geliştiren, özgüvenli bir profil sergilediğini kabul edersiniz. Vardığı sonuçları beğenmeyebilirsiniz, düşüncelerinde hatalar ve eksikler olduğunu da iddia edebilirsiniz, ama çabayı ve entelektüel arayışı görmezlikten gelemezsiniz. Çaba varsa, hata ve eksikler de olacaktır elbette... Bunları düzeltmeye girişecek bir Molla Kasım da bulunur nasıl olsa!

Hayır, bana Molla Kasım demeyin, çünkü ben sadece katkıda bulunmak niyetindeyim. Şöyle ki, aslında Ali Saydam, her düşünce kademesinde de bence doğru duraklara uğramış, ama son durak “dünya görüşü”ne vardığında, neden eskileri silmiş anlamadım. Acaba diğerleri de “dünya görüşü”nün ruhunda “mündemiç” olduğu için mi?

Tabii, sağlıklı bir sonuca varmak için, öncelike “başarı”nın tanımında anlaşmak gerekir. Nitekim, kimilerinin benimsedikleri tanımı esas alırsak kurnazlık, üçkağıt, kaba kuvvet ve hatta talih de başarı faktörleri arasında yer alabilir. Ancak Ali Saydam’ın “değer üreten” ve “etik çerçeveli” bir başarı olgusunu esas aldığını tahmin etmek elbette zor değil.


Şimdi tam burada, ben katkımı sunayım. Saydam’ın vardığı sonuçları ve ulaştığı en son durağı da yadsımadan, ama bunların hepsinin üstünde, belki bunların da bünyesinde (Yine o kelime!) mündemiç olduğu başka bir başarı faktörüne inanırım ben: Bilgelik. 2007 yılının baharında “Bahar geldi, saksıları elden geçirmekte yarar var!” başlıklı yazıyla bunu bir şekilde ifade etmiştim zaten... Aynı yılın sonbaharında da, “Siz Ferrari’ye ya da ‘sır’lara takılmayın sakın... Bilgelik tüketilen değil, üretilen bir şeydir!” başlıklı bir yazımda aynı konuyu başka bir yönüyle incelemiştim. Aslında bir zamanlar Ali Saydam da bu konuya değinmiş, hatta hüküm bile vermişti. O da burada...

Bilgi, bilgeliğin hamurudur. Bu hamur, bilgelik için zorunludur, ama yeterli değildir. Her ne kadar “Bilgi başkasından, bilgelik ise insanın kendisinden gelir.” demişlerse de, insanlara, bilgeliğin kapısını açacak anahtarı edindirme yolunda bir “bilinç aktarımı”ndan söz edilebilir. Arzu ederim ki BİE, bilgiyi aktarmakla kalmayıp, en azından anahtarın saklı yeriyle ilgili ipuçları da verebilsin. Bu potansiyel onda var.

Tabii bu arada, her şeyden öte, Ali Saydam ve ekibine BİE için teşekkürler, tebrikler...