26 Kasım 2007 Pazartesi

| “Beni böyle seev sevecekseen, olduğum gibii görecekseen...”

“Girme ömrüme, girme gönlüme / Ne dertliymiş bu diyeceksen...” şeklinde nakarat devam ediyor bu Orhan Gencebay şarkısının güftesinde... [FOTOGRAFLAR: ANTONINA]


Şarkıya sonra döneceğiz; şimdi biraz başka sokaklarda gezinelim... “İmgeleri nesnelere yapıştırmak... Ya da biz kendimizi ne(re)ye yapıştıralım?” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “İnsan zihnine gelen bir bilginin algılar içinde yer edebilmesi için, orada, sinyallerin denk düşeceği ve yapışacağı başka bilgiler olması gerekiyor. Eğer yapışacak bir şey bulamazsa yeni gelen bilgiler uçuşup gidiyor. Ya da şöyle söyleyelim; bir insanla iletişim kurmak istiyorsak onun zihninde var olan ve göndereceğimiz mesajın yapışacağı neler olduğunu dikkate almak zorundayız.” Konuyu biraz daha açacak olursak, diyebiliriz ki, zihinde bir bina inşa etmek istiyorsak, orada bir subasmanın olması gerekiyor. Frederic Vester şöyle diyor: “Gelen enformasyonla kişinin hafıza içeriği (ve temel beyin programı) arasında bir rezonans (benzerlik ve birlikte titreşim) olması gerekmektedir.”

Ama bir de şöyle bir ilke var: Zihin, birbirine benzer şeyleri de kabul etmiyor. Zihinde olanla dışarıdan gelenin birbirine benzerliği bir kesişim (interference) oluşturuyor, içerideki bilgi (subasman) dışarıdakini almaya değer bulmuyor ve kovuyor.

E, ne yapacağız o halde? Hem gönderdiğimiz yeni bilgilerin bağlanacağı / yapışacağı benzer bir yer arıyoruz hem de zihin benzer bilgileri değersiz bulduğu için kabul etmiyor. Zaten, zurnanın malum sesi çıkardığı yer de burası... Bence öyle bir şey yapacağız ki, inşa faaliyetini hem zihindeki subasmanın üzerinde yükseltecek hem de yepyeni kombinasyonlarla yepyeni ve özgün bir mimari eser ortaya koyacağız. Ben buna “âşinâ orijinallik” diyorum. Yani hem tanıdık hem de yepyeni ve özgün...


Şimdi baştaki şarkıya dönebiliriz. Bir tek müzik konusuna burnunu sokmadığın kalmıştı demeyin, çünkü benim meselem müzik değil. Sadece örneği oradan veriyorum. Yazının başlığını da bir Gencebay şarkısından seçmemin nedeni var.

Önce hepinizin bildiği şu hikayeyi burada tekrarlayayım: Bir muhabir, Devlet Senfoni Orkestrası’nın Sivas’ta verdiği ücretsiz konser sonrası dağılan halkın arasından bir yaşlı amcayı yakalar ve: “Amca, nasıl buldun konseri, beğendin mi?” diye sorar. Amca cevabı yapıştırır: “Evladım, Sivas Sivas olalı, Timur’dan bu yana böyle zulüm görmedi.”

Hikayenin aslı var mıdır bilmem, ama Sivas dışında, olayın ayrı ayrı Erzincan, Erzurum, Diyarbakır, Yozgat gibi illerde de yaşanmış gibi anlatılmasının bir anlamı var.

Aslında, 1934 yılında radyolarda Türk müziği yayımlanmasını yasaklayıp (Sonra Atatürk’ün emriyle serbest bırakılmıştı.) halkın zıttına bir müzik politikasında direten devletin, toplumun “subasman”ını dikkate almamasından kaynaklı bir çelişkiydi yaşanan...

Uzatmayayım; sonraki yaşanan süreci biliyorsunuz. Kırsaldan kente göç eden kitlelere ne Batı formlarındaki müzik bir şey söylüyordu ne de köylerinde bıraktıkları türküler tatmin ediyordu... Yeni bir şey gerekiyordu ki, arabesk, arabesk-rock, Anadolu rock, fantezi müzik gibi türler, toplumun mevcut “subasman”ını iyi okuyup üzerine bu formları inşa ediverdiler. Yani, devletin başıboş bıraktığı, daha doğrusu beğenmediği bir kocayla evlendirmeye kalktığı toplum, ya davulcuya ya da zurnacıya kaçmıştı.

Bu apışma durumunda Türk aydının incilerini, TRT’nin yasaklamalarını, hatta bazı sol entelektüellerin bile derin arabesk kritiklerini hatmedip duruyorduk, ama su devamlı yatağına akıyordu. Ardından 80’lerden sonra yaşanmaya başlanan ‘pop’un ‘arabesk’leşmesi süreci, Sezen Aksu, şimdilerde özellikle Almanya kaynaklı ve arabesk soslu hip-hop, elektronik müzik, R&B gibi türlere tanıklık ettik.

Yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen bir uyarıda bulunayım: Ben burada, ne bir müzik türünü övüyorum ne de yeriyorum. Bir olguyu analiz etmeye çalışarak yazının başındaki teze dayanak oluşturuyorum. Yoksa, herkesin müziği kendine tabii ki!

Ancak, şunu söylemeliyim ki, bu oluşumları beğenmeyenlerin mevcut kültürel subasman üzerinde yükseltecekleri eserleri kendilerinden beklemek hakkımızdır.


Ne demiştik? Bir insanla iletişim kurmak istiyorsak onun zihninde var olan ve göndereceğimiz mesajın yapışacağı neler olduğunu dikkate almak zorundayız. Uyku dışında geçirdiğiniz zamanın %80’e varan bölümünü bir şekilde çevremizle iletişim kurarak geçirdiğimizi hatırlayacak olursak, bu ilkenin yaşamımız boyunca ne kadar işimize yarayacağını hesap edebilirsiniz. İletişim profesyonellerinin ise, adı üstünde, işleri budur ve ömürlerini “subasman” kodlarını eşeleyip durmakla tüketmek zorundadırlar.

Apışıp kalmamak için, çevremizi, ilişkilerimizi, işlerimizi, hatta dünya siyasetini, ülkemizin yeni siyasi panoramasını bir de bu gözle değerlendirin bakalım. Nasıl her şey kristalize oluveriyor, göreceksiniz.

“Beni böyle seev sevecekseen, olduğum gibii görecekseen...”

Yaa Monşer, böyle işte!