Üzerinden on yıl geçmiş olmalı... Bir büyük kentimizin ilk AVM projesi üzerinde çalışan önemli bir mimar grubu bizi de yatırımcıyla tanıştırmak istediklerini söylemişlerdi. İş daha proje safhasında olmasına rağmen, yatırımcı, görsel kimlik ve tanıtım konularıyla ilgili olarak bir an önce çalışmalara başlanmasını istiyormuş. İlginç tabii... [FOTOĞRAFLAR: CARL ROOT]
Oysa bu işler genelde en sona, yani yumurtanın kapı ağzına gelip dayandığı ve sabırsızlıkla beklediği zamanlara denk getirilmez miydi? Bu tavır, bizim mimar arkadaşların, daha doğrusu abilerin de hoşuna gitmiş olmalı ki, bizi heyecanla arayıp “Şu gün, şu saatte, şuraya gidiyoruz. Uçak biletlerini aldıracağız, kaç kişi gelirsiniz?” diye sordular. İşler çok yoğundu, ama gerçekten çok saygı duyduğum mimar dostları geri çevirme imkanı da yoktu. Fazla adam harcamayalım düşüncesiyle yalnız gitmeye karar verdim.
Gittik. Projeye gösterilen özen, şantiye ofisinin şıklığından bile belli oluyordu. Zaten seçilen mimari ekip de Avrupa’da ve birçok Orta Doğu ülkesinde büyük işlere imza atmış, onlarca ödülün sahibi insanlardan oluşuyordu.
Proje maketi toplantı odasındaydı. Perspektifler de Avrupa’dan bir profesyonele yaptırılmıştı. Her şey tek kelimeyle mükemmel görünüyordu.
Bizim bu toplantıya katılmamız, projeyle ilgili bir kritik yapmaktan çok, işin ruhunu kavramamız ve ona göre bir marka ismi ve görsel kimlik çalışması yapabilmemiz amacını taşıyordu. Daha çok dinledim ve yalnızca sorulan bazı sorulara kendimce cevaplar verdim. Havalandırma borularının nerelerden dolaşacağı, insan sirkülasyonunun nerelerde yoğunlaşacağı veya yürüyen merdivenlerin istikametleri konusunda ne söyleyebilirdim ki zaten? AVM’lerle ilgili uzmanlık gerektiren bazı hususlarda yeni şeyler duyuyor ve öğreniyordum yalnızca...
Ben, genellikle bilgilendirme toplantıları esnasında, yani daha oradan ayrılmadan işi kafamda canlandırırım. Döndüğümde de sağlamalarını yaparım.
Yine kendimce birtakım kurgulamalar yapıyorum, ama işi bir türlü kafamda oturtamıyorum. Soracağım, ama göremediğim bir şeyler olabilir düşüncesiyle çekiniyorum.
Sonunda biraz temkinli bir ses tonuyla “Logoyu nerede tasarladınız?” diye sordum. İlk tekpi “Ne logosu?” şeklinde bir karşı soruyla geldi. Tamam, anlaşıldı ki bu düşünülmemişti bile... “Bu alışveriş merkezinin bir ismi olmayacak mı, bu isim binanın üzerinde yer almayacak mı?” diye sorunca önce derin bir sessizlik oldu, ardında “Tabii ya, nasıl da atladık?” anlamına gelen tebessümler...
Aslında yatırımcının önünde bu soruyu sormam densizlikten başka bir şey değildi. Yani toplantıdan sonra doğrudan mimarlara sorabilirdim. Allahtan özgüven sahibi insanlardı da hiç problem etmeden çözüme yönelik arayışlara giriştiler. Bir iki öneri ortaya atıldı, ama orada hızlı bir çözüm bulunamayınca üzerinde daha sonra çalışacaklarını söylediler.
Sonrasında sorun gerçekten de mükemmel bir biçimde çözüldü.
Hem beklentiler hem de alışkanlıklar açısından baktığımızda böyle aksaklıklar olabiliyor. Kimseyi suçlamak ve rencide etmek niyetinde değilim. Mesleği mimarlık olan hiç kimseden bir grafik tasarımcı bakış açısına, deneyim ve birikimine sahip olmasını bekleyemeyiz. Sadece şunu beklemek hakkımızdır ki, bir mimari projede ürün kimliğinin önemli bir parçası olabilecek hiçbir unsur ihmal edilmemeli, gerektiğinde işin uzmanlarından destek alınması noktasında çekingen davranılmaması gerekir.
Bir mimari eserde, o eserin fonksiyonlarına göre çeşitli grafik unsurlar yer alabilir; bir apartmansa adı, bir alışveriş veya iş merkeziyse yine adı ve tüm yönlendirme panoları, mağazaysa tüm ‘branding’ uygulamaları gibi... Dediğim gibi, buralardaki grafik ihtiyaçları doğru bir biçimde karşılamayı bir mimardan elbette beklemeyelim, ama işin ağır yükünü ve çözümü grafik tasarımcıya da yüklemeyelim. Hatta bir mimarın, mimari tasarımı da ilgilendiren bir çözümü grafik tasarımcıya emanet etmesi de anlaşılır bir şey değildir. Bu noktada elbette bir işbirliği modeli geliştirilmelidir ve görev tanımları net bir biçimde yapılabilmelidir.
Bu örnekte, sonuç itibariyle eserin sahibi mimardır ve işe mimari tasarım açısından bakıldığında grafik tasarım mimariyi tamamlayan bir unsurdur. Mimari bütünlüğü sağlayan grafik tasarım ürünü ise kendi başına bir eser olarak ele alındığında sorumluluk sahibi grafik tasarımcıdır.
Kabul etmemiz gerekir ki, bu bir sorundur ve çözümü için ilkeleri sağlam bir işbirliği modeli oluşturmak gerekecektir. Bunu, yasa veya kararnamelerle gerçekleştirmek mümkün olmadığına göre bu yönde bir anlayışın gelişmesini dilemekten başka yapacak bir şey de yoktur. Zaten bu yazı da bu anlayışın gelişmesi amacına hizmet etmek üzere kaleme alınmıştır.
Yine örneklemelerle devam edecek olursak, mimari tasarımla grafik tasarımın yoğun olarak kesiştiği alanlardan birisi fuar standları türünden çalışmalardır.
Mesleğim nedeniyle çok sık muhatap olmak zorunda kaldığım tedarik alanlarından biridir bu... Standları tasarlayan mimarlar, bu işin tanıtım kapsamında olduğunu bildiklerinden, öyle logo veya diğer ‘branding’ enstrümanlarının unutulması gibi bir durum söz konusu olmaz, ama sonuçlar konusunda yine bir vahametin yaşandığı kesindir. Eğer arada bir reklam ajansı veya sorumlu bir grafik tasarımcı yoksa, mimar, firmadan, hatta firmanın web sitesinden elde ettiği logo ve diğer enstrümanları öylesine savrukça kullanır ki, neredeyse kendi tasarladığı eseri müthiş grafik katkılarla berbat etme işini kendi elleriyle gerçekleştirir. Unsurların birbiriyle organik uyumu gibi bir duyarlılık daha baştan tasarımcının gündeminde olmadığı için, öncelikle kendi uzmanlığı kapsamı içinde olan standı tasarlar, ardından da “branding” enstrümanlarını serpiştirmeye kalkışır. Bunu yaparken de öyle cinayetler işlenir ki, mesela logo için ayrılmış alan, logonun proporsiyonu için uygun olmadığından eciş bücüş, üstten veya sağdan soldan bastırılmış, yamultulmuş elemanlar arz-ı endam etmeye başlar.
Diyorum ki, güzel kardeşim, eğer bir grafik tasarımcıdan destek almak gibi akıllıca bir yol seçseydin, hem grafik tasarımı adına cinayetler işlemez hem de kendi eserini berbat etmemiş olurdun.
Bir vaka anlatmama daha izin verin. Doksanlı yılların sonu... Uydu telefonu ve uydu takip teknolojileri konusunda faaliyet gösteren, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya’da pazarı olan bir Türk şirketi müşterimiz olmuştu. Şirket, yurt dışına pazarlamak üzere sabit uydu telefonları üretimiyle ilgileniyordu ve bu telefonların endüstriyel tasarımları da Türkiye’de yapılıyordu. Tasarımlar yapılıyor, biz de üzerindeki yazıları, işte o bildiğiniz rakamları falan dizayn ediyorduk. Belki bana inanmakta güçlük çekeceksiniz, ama iki vaka birbirinin neredeyse aynısıydı, yani telefona markanın logosunu yerleştirilecek bir alan düşünülmemişti. Ciddi maliyetleri olan enjeksiyon kalıpları yapılmış, epeyce mesafe alınmış bir iş, gelip grafik tasarımcının bir mucize yaratması beklentisine takılıp kalmıştı.
Türkiye’de süreli yayın, özellikle de gazete tasarımı konusunda daha önce burada bir yazım yayımlanmıştı. Aynı sorunun bu alanda da yaşandığını görüyoruz. Türk grafik tasarımının geldiği nokta, oluşan deneyim ve entelektüel birikimin gazetecilik alanına tam anlamıyla yansıdığını söylemek mümkün değildir maalesef.
Televizyon kanalları için dışarıdan siparişle üretilen görsel kimlik ve hareketli grafikler konusunda bir çizgi yakalandığını söylemek gerekiyorsa da, gündelik ihtiyaçların giderilmesi noktasında içeriden üretilen elemanların, yine benzer sorunları taşıdığını görüyoruz. Konumuz grafik tasarımı olduğu için, buralarda yaşanan dil ve imla sorunlarına hiç girmiyorum bile...
Dizi sponsorları logolarının ekrandan akarken nasıl sağından solundan, altından üstünden yamultuldukları gözünüzden kaçmıyordur. İşin ilginci, bu logoların sahipleri de bu deformasyonlara seslerini çıkarmıyorlar.
Sinema filmi afişlerinde de artık belli bir seviyeyi yakaladığımızı, en azından grafik tasarımı adına bir duyarlılığın yerleşmeye başladığını gözlemleyebiliyoruz. Tabii ben, daha çok reklam filmi konularına yakın olduğum için, bir filmde işin içine tipografi girdiğinde muhteşem eserler üreten yönetmenlerin nasıl çuvalladıklarına çok tanık oldum.
Yönetmenin akıllısı, bir grafik tasarımcıdan destek almayı seçerken, her şeyi ben bilirim edasında olanların, kendi yarattıkları güzellikleri kendi elleriyle nasıl kirlettiklerini ekranlardan sizler de görüyorsunuzdur.
Grafik tasarımcı, tabii çuvaldızı kendine batırmaktan da kaçınmamalıdır. Bu yazıda bu taraftan o taraflara doğru bir göz attık; o taraflardan bu tarafa bakıldığında neler görünüyor acaba?
Evet, tekrar “işbirliği” diyorum...