“Modernliğin finansal, teknolojik bütün imkanlarından yararlanmaktan imtina etmiyor zihnimiz. Ama iş düşünmeye, fikre, sanata, estetiğe gelince aynı heyecanı hissetmiyoruz pek. Çünkü irfan dünyasında önce kendisi olabilmek gerekir. Kendisi olabilmek için ise kimlikten önce bir kişiliğe sahip olmak gerekir. Oysa bu ülkede kimlik her zaman kişiliğin önündedir. Kimlikler tarafından zaptedilmiş kişilik yaratamaz, inşa edemez. Sadece parayla, silahla, ekonomik ve politik güçle küresel aktör olunamaz. Önce küresel değerler, anlamlar, kültür ve sanat ürünleri üretebilmek gerekir.” (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu, Zamanın İçinden Zamanın Dışından, S: 55, 2. Baskı, 2019)
Prof. Besim F. Dellaloğlu’nun bu ifadelerine küçük bir katkıda bulunmak isterim. Hepimiz ailelerimizi sever ve sayar, onlara değer veririz. Aramızdaki bağ sadece biyolojik değil, aynı zamanda kültüreldir de. Kimliğimizin oluşmasının ötesinde kişiliğimizin temelleri de o kültür havuzunda atılır. Fakat bir şey var ki, kişiliğimizin olgunlaşması da o havuzdan çıkmamıza bağlıdır. Nitekim bunu yapamayanlar “ana kuzusu” olarak kalır, bir türlü kendi ayakları üzerine basamayan ergenler olarak hayatlarını sürdürürler.
Ergenlik, özerkliğin kazanılması yönünde bir mücadele dönemidir; aileyle ilişkilerin sürdüğü, ancak aynı zamanda da kişinin kendi kararlarını aldığı, kendi kendini güdüleyebildiği ve yönetebildiği davranışsal, ruhsal, duygusal ve bilişsel bir gelişim süreci olarak tanımlanır.
Kimlik ve kişilik ilişkisine dönersek, kimliklere bu denli bağlılık bir türlü özerkliğini elde edememe, davranışsal, ruhsal, duygusal ve bilişsel gelişim sürecini tamamlayamama, yani kişiliğini inşa edememe halidir.
Kimliğimizi ontolojik bir unsur olarak görebilir ve bundan kopamayabiliriz. Fakat özerk kişiliğimizi inşa edemezsek sadece “kimlik kuzuları” olarak kalır, hayatlarımızı bir türlü kendi ayaklarımız üzerine basamayan ergenler olarak sürdürürüz. Bugün ülkemizde çokça örneklerini gördüğümüz gibi…