Ona kırılamazdınız, çünkü kimseyi kırmazdı. Kızmazdı da... Ama kızdırırdı. Yaramaz bir çocuk gibi sevilirdi, ama sayılmazdı. Öyle bir derdi yoktu çünkü... Bilmiyorum, kaç kişi bilir, kendi haline bakmadan hep muhtaçların yardımına koşma hevesiyle yanıp tutuşan biri olduğunu... Ben bilirim. Ve şunu da bilirim ki, onun yerinde ben olsaydım, benim ona gösterdiğim ilgiden kat kat fazlasını görürdüm ondan... Hastalığı, çok dalgalı bir dönemime rastlamıştı, evet, mazeretlerim vardı, ama onun mazereti olmazdı. “Selim,” derdi, “biliyorum ki tabutumu kabre götürecek bir dostum var, gözüm arkada değil.” Bu dostu onu bile yapamadı.
Biraz önce Fatoş arayıp verdi acı haberi... İbrahim Akar, Cuma günü sabaha karşı yaşamını yitirmiş, çoktan defnedilmişti bile! Sessiz sedasız... Yoksa o seslenmişti de biz mi duymamıştık? Diyordu ki bir yazısında “Her şeyin, her nesnenin mutlaka bir sesi vardır. İçinde yaşadığımız ya da hiç tanışmadığımız herhangi bir şehrin, dolaştığımız ya da dolaşmadığımız sokaklarının, dökülen suyun, çekinlik ürkek duyguların dışa vurumunun ve hatta, düş kırıklıklarının bile bir sesi vardır mutlaka. Cezaevinde penceremize dolan gökyüzünün bile bir sesi vardı.”
En son, onkolog bir dostunun gözetiminde, uzaklarda, Samsun’da devam ediyordu tedavisi... Geçen hafta kendisiyle telefonda görüştüğümde “Sesini ilk kez bu kadar iyi alıyorum İbrahim, ha gayret!” demiştim. Doktoru da “Zamana ihtiyacımız var Selim Bey.” demişti. Ah, zaman!
Gurbette ölen bir dostu için “Ve topraklarında, ayaklarını basacakları bir yer bile edinemediler... Sadece anılarımızda ve kalplerimizde yaşayabildiler.” diye yazmıştı. Kendisi de Samsun’da hayata gözlerini yumdu. Anılarımıza ve kalplerimize acı düştü.
Bir İbrahim Akar geçti buralardan... Kim anladı onu, kim duydu, kim gördü? Geriye ilan metinlerinden, senaryolardan, strateji raporlarından çok daha fazlasını bıraktığını kim bildi?
Şen şakraktı, ama sessiz sedasız göçtü. Yoksa o seslendi de biz mi duymadık?