9 Mart 2008 Pazar

| Reklamcı ve entelektüel direnç kabiliyeti

Benzer şeyleri düşünmüşüz. Güven Borça, Marketing Türkiye’nin 1 Mart 2007 tarihli sayısında yer alan “Sosyal sorumsuz Türk reklamcısı” başlıklı yazısında, daha önce de değindiği iki örnek vaka bağlamında reklam sektörünü biraz azarladı. Ben de Marketing Türkiye Almanak 2007’de “Mesleki beslenme modelleri ve entelektüel birikim” altbaşlığı altında yeni jenerasyonla ilgili bir şeyler söylemiştim. [FOTOĞRAFLAR: FILGRAY]


Demiştim ki: “Yeni jenerasyon reklam profesyonellerinin dünyaya eskilerden daha açık olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak ne yazık ki, bu iletişim imkanlarının doğru değerlendirilmediğini, stratejik temellerden çok suyun üstündeki parıltılara karşı daha fazla ilgi gösterildiğini, birikimin derinliğini kaybettiğini söyleyebilirim. Oysa genç kuşak, öncü kuşağın dışarıdan beslenirken aynı zamanda entelektüel direnç kabiliyetini çoğu zaman kaybetmediğini, her şeye rağmen ‘kendisi’ olarak kalabildiğini gözden uzak tutmamalı ve bu tutumu doğru analiz edebilmeliydi.”

Güven Borça ise söz konusu yazısında şöyle diyor:

“Nasıl birinci kuşak (reklamcı kuşağı) basın, ikinci kuşak televizyon odaklıysa, bu yeni yetmeler de internet/oyun çocukları. Bunun olumlu yanı, dünyaya çok açık olmaları, bilgiye hızlı ulaşımın keyfini sürüp evrensel olana daha kolay varmaları, özgüvenlerinin yüksekliği ve artan üretim verimliliğidir. Olumsuz yanı ise evrensele yaklaşan bu arkadaşların yerelden uzaklaşmaları. Bunun da birbirine bağlı iki olumsuz yansıması görünüyor son dönemlerde. Birincisi, halktan ve ülke gerçeklerinden kopuş, ikincisi ise dil konusundaki duyarsızlık.”

Borça’nın aynı yazısından üç kısa paragraf daha alıntılıyorum:

“Hükümetin başörtüsü ve bazı ekonomik işler dışında bir hassasiyetinin olmadığı (Bağlantıyı ben verdim. AST) memekette dile dair konularda en azından reklamcıların biraz kafa yormasını bekliyor insan. Ama nerde o birinci kuşak aydın reklamcılar?”

“Öylesine sokaktan kopuksunuz ki, çarşıya pazara çıkıp esnafın, milletin ne dediğini duymuyorsunuz.”

“Son dönem reklamlarda ciddi yabancılaşma eğilimleri görüyorum. Evet, biz de global reklamların adaptasyonuyla uğraştık yıllarca, ama bu kadar da ezbere yapmadık ki!”


Madem birazcık sektör eleştirisi yapmaya, yani iğneyi kendimize batırmaya yeltendik, devam edelim. Yine MT Almanak 2007’de yer alan değerlendirmelerimden iki paragraflık bir alıntıyla bitireyim:

“Benim de şimdi yapmak zorunda kaldığım gibi, konkurlar, çalıntı veya esinti işler, komisyon oranları tartışmalarından başımızı kaldırıp, Türkiye’nin onlarca üniversitesinde üretilen bilginin sektörümüz için nasıl kullanılabilir hale getirileceği üzerine bu yılda da hiç mi hiç kafa yormadık, şablonlarımızla ve alışkanlıklarımızla vaziyeti idare etmeye devam ettik. Gerçi, üniversitelerimizin de bu yönde bir çabalarının olduğunu gözlemleyemedik.”

“Remlamcılığın şekil değiştirdiğini/değiştirmek zorunda olduğunu gördük, ama bunu hiç tartışmadık. Daha önce kârsız olduğu için son derece stratejik hizmetleri ‘çizgi altı’ adıyla sırtımızdan grafik atölyelerine attığımız gibi, şimdi de yeterince anlamadığımız ve yine yeterince kârlı bulmadığımız için interaktif iletişim hizmetlerinin pazarlama nosyonu olmayan (Tabii ki kimilerini tenzih ederim.) ajanslar eline bırakılmasına razı olduk. Reklam ajanslarımızın sadece devasa bütçelerle reklam filmi üreten, PR ajanslarımızın da büyük organizasyonlar düzenleyen yapılar olarak misyonlarını nasıl ifa edebilecekleri konusunu tartışmanın zamanı geçmektedir. Zamana ve yeni ihtiyaçlara uyum sorunları ‘stratejik partnerlik’ ilişkisini de paramparça ediyor.”