Birçok çağdaş ilahiyat akademisyeni, İslam’da resim ve heykel yasağının devam etmediğini, bu yasağın, insanların resim ve heykelleri putlaştırma eğilimi içinde oldukları dönemlerle sınırlı tutulabileceğini ifade ediyor. Bildiğim kadarıyla, fotoğraf ve sinema gibi nesnel gerçeği olduğu gibi yansıtan türler ise zaten son dönem din bilginleri tarafından pek yasak kapsamında düşünülmedi. Belki bu yenilikçi görüşlere aykırı düşünenler de vardır, bilemiyorum.
Zaten benim amacım, bir ilahiyat tartışmasının içine girmek değil... İşim de değil. Konumuz yine zihinsel tasarımlar olarak ifade ettiğimiz imajlar... Bu arada, her ne kadar teolojik bir tartışmanın içine girmediğimi söylüyorsam da, eğer bu yazının sonunda ortaya konulan tez ilahiyatçıların işine yarayacaksa tabii ki kullanabilirler.
Resim ve heykel konusunda serbestiyet içeren görüşlerin aslında tarihsel süreçte de varlık gösterdiğini, ama yine de “yasak” anlayışının İslam sanatını belirlediğini söylememiz gerekir. Ancak şurası kesin ki, konuyla ilgili bir nas olmasa bile İslamiyet, Allah ve peygamberi Hz. Muhammed’in tasvir edilmesini yasaklamıştır. İran sanatında sınırlı sayıda örneklerinin görülmesi, hatta kimi Osmanlı minyatürlerinde yüz olmasa bile bedenin resmedilmesi genel kabulü ortadan kaldıracak oranda değildir. Hz. Muhammed’in “Eğer benim resmimi bir yerde görürseniz onu yırtın ve ayaklarınız altında çiğneyin.” dediği aktarılmaktadır. Tarih boyunca da bu emre hem Müslümanlar tarafından uyulmuş hem de başka dinlere mensup insanlar bu ilkeye büyük ölçüde saygı göstermişlerdir. Bu hadis, resminin yapılmasını mı yoksa resminin putlaştırılmasını mı yasaklamış olabileceği yorumlarına açık olsa da yine sonucu pek etkilemez.
Doğu resmiyle Batı resmi arasındaki nitel farklara hiç girmiyorum. Nitekim azınlıkta kalan bazı örnekleri dışarıda tutacak olursak Doğu resminde perspektif yoktur. Fakat bunun yasakla bir ilgisinin olduğunun düşünmüyorum, çünkü iki boyutlu olsa bile yine de peygamber resmine cevaz verilmemiştir. Doğu-Batı resmi başka bir tartışmanın konusudur.
İster politeik ister henoteik isterse monoteik olsun, çeşitli dinlerde, Zeus’tan Amon Ra’ya, Manitu’dan İsa’ya, Buda’dan Wirakosha’ya, Nemrut’tan Hubel’e kadar birçok tanrı ve yarı-tanrı tasavvuru heykel olarak cisimleştirilmiştir. Aslında bu heykel-putlar, birçok inançta tanrıların bizzat kendileri değil, simgeleridir. Bildiğimiz gibi, Mekke’yi fetheden Müslümanların ilk yaptığı iş Kabe’deki putları parçalamak olmuştu.
Şimdi, sanırım aslı Mevlana’nın Mesnevi’sinde anlatılan, ama başka kaynaklarda da çeşitli versiyonlarıyla yer alan bir hikayeyi nakletmek istiyorum.
Bir gün Musa Peygamber Tur Dağı’na çıkarken yolda bir çobana rastlar. Kendi kendine konuşan çobana kulak kabartır. Çoban: “Ey en temiz ve sonsuz aşkın tek sahibi Allah’ım! Neredesin? Bana kendini göster ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım, gömleğini yıkayayım. Ulu Tanrı, sana keçilerimden süt ikram edeyim. Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yatağını sereyim, üzerini örteyim. Ey kara sevdalıların, aşıkların Tanrısı! Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün şarkılarım, türkülerim, haykırışlarım senin içindir. Yeter ki aşkıma karşılık ver.” diye dua etmektedir.
Bu sözleri duyan Musa çok kızar. Çobana çıkışır: “Ey çoban! Sen ne aptal bir adammışsın. Ne saçma sözler bunlar böyle! Sen bilmez misin ki Allah’ın öpülecek eli, çarık giyecek ayağı, süt içecek ağzı yoktur. Bunların hiçbirine ihtiyacı da yoktur. Amcanla ya da dayınla mı konuştuğunu sanıyorsun sen? Çabuk kes sesini de kendini ateşe atma.”
Musa’dan bu sözleri işiten çoban çok üzülür. “Ne yaptın ey Musa, Allah’ıma sevgimi ifade edecek sözleri ve bildiklerimi bana yasakladın. Ben onunla nasıl konuşacağım şimdi?” diyerek kendini çöllere vurur.
Musa, Tur’a çıkar, Allah’tan kendisine azarlayıcı bir vahiy gelir: “Ey Musa, bana aşık kulumu benden niye ayırdın? Senin görevin insanları bana ulaştırmak mı, yoksa benden ayırmak mı? Herkese bir çeşit huy, herkese bir çeşit anlayışı ben verdim. Bu nedenle herkes kendine göre anlar ve yaşar. O kulum, beni bu şekilde kendi lisanıyla andıysa bu bana bir eksiklik getirmez. Çobana göre bal olanın sana göre zehir olduğu doğrudur. Ama senin hakikati anlayışın böyle, onunkisi ise öyle. Bil ki, bu çobanın yanlış sözü benim için binlerce doğru sözden yeğdir. Çabuk onu bul ve gönlünü al.”
Bu hikayeden anladığımız, herkesin zihnindeki Allah tasavvurunun farklı olabileceği, Allah’ın da buna izin verdiği şeklindedir. İslam bilginlerinin bu konudaki ortak görüşünün ne olduğunu bilmiyorum, ama hikayenin, “Sen ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anladığı kadardır.” diyen Mevlana’nın Mesnevi’sinde yer almış olması, en azından sufilerin bu görüşe sahip olduklarını düşündürmektedir.
Hz. Muhammed’in, Allah’ın “Ben kulumun zannı üzereyim.” dediğini aktarmış olması da, aslında bu görüşe destek vermektedir. Bu “zan” denilen şey de, bireyin kendi öznel tanrı gerçeğinden başka bir şey değildir. Kişi, herhalde hiçbir zaman “zann”ın “zan” olduğunun farkında olamaz.
Öyleyse bu durumda herhalde şunu söyleyebiliriz: Putlar, soyut Allah tasavvurunu bir kalıba döken, taşlaştıran ve sınırlayan simgelerdir. Putların yıkılması ise bu sınırların kaldırılması, zihnin özgürleştirilmesi anlamına gelir.
Henüz soyutlama yeteneğimizin gelişmediği çocukluk çağlarımızda nasıl bir Allah tasavvuru yarattığımızı hatırlarsak, bu soyutlamanın insanın zihinsel yeteneklerinin gelişmişlik durumuyla yakın bağlantısı olduğunu kabul ederiz. Tabii, eğer bir tanrı inancına sahip değilseniz zihninizde bir tanrı tasavvuru da oluşmaz.
Havarilerden Paul, dinini yaymak için o dönemde halkı büyük oranda putperest olan Atina’ya gider. Kenti gezdiğinde her tarafın mitolojik tanrı heykelleriyle dolu olduğunu, yalnız bir tane boş kaidenin üstünde “Bilinmeyen tanrıya” ifadesinin yer aldığını görür. Aziz Paul, Atinalılar’a hitap etme fırsatı bulduğunda şöyle konuşur: “Sevgili Atinalılar, görüyorum ki çok dindar insanlarsınız. Her yanı tapındığınız tanrı heykelleriyle donatmışsınız. Bu heykellerin arasında yürürken, üstünde ‘Bilinmeyen tanrıya’ yazan bir kaide gördüm. İşte ben size, bu bilmediğiniz tanrıyı sunmaya geldim.”
Aziz Paul’ün, aslında “bilinmeyen tanrı”nın tüm Atinalı putperestlerin zihinlerinde oluşturdukları, diğer heykel-tanrılar gibi kalıba dökülmemiş özgür bir tanrı tasavvuru olduğunu bilerek, dinini tebliğ etmek için nasıl zekice bir yöntem kullandığını görüyorsunuz.
Tekrar resim yasağına dönecek olursak... Hz. Muhammed’in “Eğer benim resmimi bir yerde görürseniz onu yırtın ve ayaklarınız altında çiğneyin.” diyerek resminin yapılmasını neden yasakladığına dair şimdiye kadar verilmiş cevap, çoğunlukla sevilen kimselerin anılarını yaşatmak gibi iyi niyetle yapılan resim ve heykelin sonunda Allah’a şirk koşmaya, resmi ve heykeli yapılan kimseleri tanrılaştırmaya yol açtığı için yasaklandığı şeklinde olmuştur. Bu tabii ki doğru bir gerekçelendirme olabilir, ama bence daha güçlü ve çok daha önemli bir “neden” var. Hadi “neden” deyip de ilahiyatçıların işine karışmış olmayayım. Biz olgulardan yola çıkarak “sonuç”ları değerlendirmiş olalım.
İnsanlarda, insanlığın başlangıcından bugüne değişmeyen, bundan sonra da değişmeyecek “insan güzelliği” ortak ölçütleri bulunduğunu, hatta bunun, insanın özünde önsel (a priori) olarak var olduğunu biliyoruz. Ama insan fizyonomisinin başka insanlara verdiği mesaj, yalnızca güzellik ölçütleriyle sınırlı değildir. İnsanların, çağdan çağa, toplumdan topluma değişen kılık kıyafet, boy ve kilo, saç ve sakal modelleri, tarz ve endam, konuşma ve ses tonu gibi başka değişken ölçütlerle de çeşitli ve farklı değerlendirmelere yöneldikleri muhakkaktır. Bunun dışında, çok öznel gerekçelerle, çok yakışıklı birinin, kişiye bir başka kişiyi, mesela bir düşmanını anımsatması da yabana atılır bir ihtimal değildir. Zihnin, fiziksel görünümlerinden edindiği çağrışımlarla insanları hızlıca kategorize ettiğini biliyoruz.
Hz. Muhammed’in, daha sonra yazılmış çeşitli biyografilerinde güzel bir fiziğe sahip olduğu aktarılmaktadır. Geniş kitleleri etkileyebilen liderlerin, fiziksel görünüm açısından da çoğunlukla etkileyici özellikler taşıdığını, karizmatik kişiliği oluşturan etmenlerden birinin de bu olduğunu biliyoruz. Ancak, onun bu özelliğinin, bugünün ve yarının insanının güzellik anlayışına uygun düşeceğinin herhalde kesin bir güvencesi yoktur.
Eğer, bu konuda resim yasağı olmasaydı; (1) Hz. Muhammed tasvirleri ressamların öznel yorumlarını taşıyacağı için nesnel gerçeği aktaramayacaktı. (2) Resim, nesnel gerçeği aktarsa bile çağların ve milyarlarca insanın güzellik anlayışına hitap etmeyebilecekti. (3) Resim, bir anın, bir dönemin, bir tavrın durağan bir yansıması olacağı için hiçbir zaman bütüncül bir yansıtma başarısı gösteremeyecekti. (4) Cansız olduğu ve diğer üstün nitelikleri içeremeyeceği için “gerçek” kişiliği aktaramayacaktı. (5) Aynen put-heykeller örneğinde olduğu gibi insanların tasavvurlarını sınırlayarak donduracaktı.
Oysa, resminin yapılması yasaklanarak milyarlarca insanın, onu en beğendiği şekilde yüzyıllar boyu zihinlerinde özgürce resmetmesi mümkün olabilmiştir. Yani bu resim yasağı, onun, aslında sınırsız sayıda, hem de en güzel ve en nadide örnekleriyle resminin yapılmasını sağlamıştır/sağlayacaktır.
Bu yazıyı şimdilik “algı ve imaj” konusundaki yazılarımın bir devamı olarak görün. İletişim profesyonellerinin bundan ne gibi dersler çıkarması gerektiğini fırsat bulursak bir başka yazımızda irdeleyelim.