Hilmi Yavuz’un “Hüzün ki en çok yakışandır bize...” dizesindeki fiili geçmiş zamana dönüştürme teşebbüsümü başlıkta farketmiş olmalısınız. Çünkü, galiba toplum olarak hüznümüzü kaybediyoruz.
Eğer TDK’nın Güncel Türkçe Sözlük’ünün “hüzün”e layık gördüğü “iç kapanıklığı, gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı...” tanımını ciddiye alırsak bu kayıp için niye üzülelim ki diye düşünebiliriz. Ben de kendime göre subjektif bir tanım yapmak istemem, ama gerçekten bu mudur hüzün? “Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde / Bir bir denemişim bütün kelimeleri” diyen Cemal Süreya, bize gamdan, kederden mi dem vuruyordu dizelerinde? Tabii ki ne yine Hilmi Yavuz “Ve bildim ki insan hüzün içindir” diye seslenirken ne de Attila İlhan “Hayat zamanda iz bırakmaz / Bir boşluğa düşersin bir boşluktan / Birikip yeniden sıçramak için / Elde var hüzün” dizeleriyle kendine bir hayat tutamağı ararken bu aciz sözlük maddesini hayal ediyorlardı.
Hüzün, bir insanlık durumudur. Varoluşun rengidir. Düşünmek ve anlamaktır. Düşünerek anlamaktır. İnsanın, insan olduğunu algılamasıdır. Başkaldırmakla razı olmak arasındaki ince çizgidir. Baba ocağından ayrılan gelinin gözyaşıdır hüzün... Evinden ayrılmanın burukluğu, yeni bir ocak kurmanın, çoğalma ve çoğaltma arzusunun döktüğü gözyaşı...
Kendi rengine boyadığı her şeyi asalete dönüştürür hüzün... Kibri vakara, arkadaşlığı dostluğa, sevgiyi ve tutkuyu aşka, cıvıklığı mizaha, yazıyı şiire, hastalığı sabra, ölümü tahammüle, intikamı adalete o çevirir. Hüznün sahtesi olmaz, yalanla bir arada durmaz o. Hüzün merhamettir, yardımseverliktir. Anne baba sevgisinden torun sevgisine uzanan bir esinti, yıldızlardan bal yapan arılara kadar duyulan hayranlık dalgalarıdır. Hüzün, aczini ve kudretini hissetmektir.
Dost ihanetinin şokuna karşı en büyük kalkan da odur, aşk acısının ilacı da... Ağlasan da, gülsen de, hüznün yüz ifadesi tebessümdür... İnce bir tebessüm.
Hüzün, her şeye ince bir ayar vermektir.
Ve bu toprağın ortak paydası, kederde ve tasada, sevinçte ve kıvançta bir olmak değildir, hüzündü[r]. Korkuyorum, hüznümüzü kaybediyoruz.
Bu seçim günü, belki oyunuzu kullanıp döndükten sonra okuyacağınız bu yazımda, size bir proje ve kitaptan söz edeceğim: Ebru... Fotoğraf sanatçısı Attila Durak’ın “kültürel çeşitlilik üzerine yansımalar” olarak tanımladığı Ebru, “Türkiye kimlerindir?” sorusuna “objektifi vasıtasıyla aradığı ve yedi yıl boyunca her gün tekrar tekrar bulduğunu düşündüğü cevap” olarak ortaya çıkmış Türkiye’den insan fotoğrafları projesi ve kitabı...
“Bu fotoğraf dizisi, insanların değişik kültürel kimliklerden doğan farklılıklarını yansıtırken, insan olmamızdan gelen bir ortak bağı da paylaşmakta olduğumuzu anlatmak amacıyla çekildi. Bunu yaparken Ebru’nun söze döktüğümüzde hepimize çok basit ve aşikâr gelen bir mesajı vurgulamasını istedim: Bu fotoğraflar, bir tanesi hariç, birer insan portresidir; neşelendiğinde gülen, hüzünlendiğinde ağlayan, seven, sevilen, yaşamını sürdürmek için çalışan, umutları, kaygıları ve düşleri olan insanların portreleri… Ve konusu insan değil bir çocuk mezarı olan tek fotoğrafımın söylemek istediği gibi, er ya da geç, ölümlülüğe boyun eğmek zorunda olan insanların fotoğrafları…” diyor sanatçı.
İsmin neden Ebru olarak seçildiğinin açıklaması da resmi sitede yapılmış: “Ebru sanatçısı, eserini suda yaratır, ardından kâğıda geçirir. Su ile kâğıdı yaratıcı bir şekilde bir araya getiren ebru, tarihsel akışı ve “geçici kalıcılığı” aynı anda kavramsallaştırma olanağı sunar. Bir metafor olarak “ebru”, 21. yüzyıl başlarında kültürel politikanın yeni ve eski ikilemleri üzerinde düşünmek için sıkça kullanılan “mozaik” gibi metaforlardan çok daha anlamlı bir alternatif olabilir.”
Ayşe Gül Altınay’ın hazırladığı, John Berger’in önsözü ve Sezen Aksu, İshak Alaton, Murat Belge, Ruşen Çakır, Alan Duben, Ara Güler, Akif Kurtuluş, Herkül Millas, Elif Şafak, Takuhi Tovmasyan Zaman gibi isimlerin yazılarıyla yayımlanan kitapta, Kalan Müzik’in çok kültürlülüğün renklerini yansıtan türkülerle destek verdiği sitede ve Attila Durak’ın fotoğraflarında gördüğüm, duyduğum ortak bir şey vardı: Hüzün...
Ve bu hüzün, her biri farklı toplumsal katmana, daha da önemlisi ayrı ayrı etnik ve dini topluluklara mensup insanları öylesine görünmez bir iple birbirine bağlıyordu ki, binlerce yıllık ortak, ama farklılıklarını koruyarak bir arada yaşamanın sırrını fısıldıyordu. Sitede yer alan Türkçe, Kürtçe Kara Üzüm Habbesi’nde, Gürcüce ve Lazca Cilvelo Nanayda’da, Türkçe Yörük Yurdudur Yurdumuz’da, İbranice, Türkçe, Rumca, Ladino Kante Kadife’de, Süryanice Kurole Allaho’da ve daha birçok türküde bu hüznü duyabiliyor ve “Of aman aman!”ın her dilde aynı şekilde söylendiğini farkediyorsunuz.
John Berger, Ebru’nun önsözünü şu cümleyle bitiriyor: “Empedokles iki bin beş yüz yıl önce Sicilya’da yaşayan bir hekimken varolan her şeyin ateş, su, toprak ve hava adlı dört akıllı unsurdan oluştuğunu ve, Aşk’ın ya da Kavga’nın önderliğinde, sürekli ya tek olmaya ya da çokluğa doğru bir çaba içinde olduğunu söylemiştir, ve işte bunun içindir ki her şey bütün farklılıkları ve benzerlikleri içinde ebediyen varolur ve varoluşları kutlanmalıdır.”
Memleketin nerdeyse bütün yazarları hangi partiye oy vereceklerini açıkladılar, biz eksik kaldık. Bloglar seçim yasaklarından muaf olduklarına göre, tam seçim gününün göbeğinde bu konuda birkaç kelam etme fırsatını kaçırmış olmayayım.
Kurbanlık hayvana yapılacak muamelenin bile insani kurallara tabi olduğu Kurban Bayramı’nın hüznünü kaybedeli çok oldu, şehirleri savaş alanlarına, sokakları kan gölüne çevirdik. Ama miting meydanlarında kana susamış cellatlar gibi idam ipi sallayanların “Niye asmıyorsun?” sorusuna “Sen niye asmadın?” cevabının verildiği, kanın, canın ve ölmümün bu ölçüde iğrenç bir malzemeye dönüştürüldüğü bir seçim atmosferine ilk kez tanık oluyorum. Bu ölçüde diyorum, çünkü daha önceleri de çoluk çocuğun izlediği televizyon ekranlarında “Kurşun atan daaa, kurşun yiyen deee...” nidalarının yankılandığını, masum bir çözüm arayışına bile “Ne mozayiği ulan?” diyerek itirazlar edildiğini hatırlıyorum.
Bu seçim döneminde hangi partinin sözünde, özünde, gözünde hüznün emaresini gördünüz diye sormayacağım bile. Tam tersine tümü birden, şu kısacık seçim sürecinde bu toprağın hüznüne kastetmedi mi? Halkının hüznüne ortak olmayı beceremeyip andıçlardan, muhtıralardan icazet alma derdine düşenlerle, bunlardan mağduriyet meyvesi devşirip ödünç de olsa bedava demokrasi oyu alanlar, biri bir taraftan biri diğer taraftan oy kapmak için terörü kışkırtma ortak paydasında buluşanlar arasında tercih yapmakta nasıl zorlanmayayım?
Bu nedenle ben, köşe yazarları gibi rahat değilim. Oyumu kullanmaya gidip gitmeme konusunda kara kara düşünürken, oturup bu yazıyı karaladım.
Yoksa, siyasette hüzne yer olmaz mı diyorsunuz? Hak ettiğimiz bu mudur?
İkilemdeyim, kendi hüznümle başbaşa kalsam daha mı iyi olacak acaba?